VENEDİK ve MİMARLIK BİENALİ
Venedik: Fotoğraflardan Çok Daha Fazlası
AURA-İstanbul tarafından, MSGSÜ Mimarlık Bölümü Diploma Projesi kapsamında, ilki düzenlenen seçkide “Kadıköy Gösteri Sanatları Merkezi” projem ile Bahar 2018 AURA İstanbul Özel Ödülü’nü kazandım. Bu senenin ödülü olan Venedik Mimarlık Bienali Seyahat Bursu ile 2-9 Ekim tarihleri arasında Venedik’te geçirdiğim hafta çok keyifliydi.
İki aylık araştırma ve heyecanlı bir bekleyişten sonra, o gün geldi ve Venedik’e giden uçağa bindim. Havada geçen durgun zamanlarda genelde yaptığım gibi gittiğim yerde görmeyi planladığım şeylerin üzerinden geçtim. Fakat 8 gün boyunca yaptığım planların çoğu değişti ve düşündüğümden çok daha fazla deneyim yaşadım. Bu bir haftanın sonunda anladım ki Venedik pek fazla planlara izin vermeyen bir şehir ve iyi ki de öyle.
Şehre gelip ara sokaklarda – aslında bizim için ara yollar, Venedik’in normal sokakları- kalacağım evi aramaya başladım. Gezerken ilk fark ettiğim şey gördüklerimin tahminlerimden çok farklı olmasıydı. Venedik dünyada en çok fotoğrafı çekilen yerlerden biri fakat şimdi sokaklarında gezerken fotoğraflarda gördüklerimden farklı bir manzarayla karşılaşıyorum. Bunun sebebi Venedik şehrinin güzelliğinin sadece renklerden, dokulardan ve ilginç perspektiflerinden gelmiyor oluşu. Resimlerinde hayran olduğumuz tüm bu özelliklerinin yanında Venedik’in insanın sadece gözlerine değil tüm duyularına hitap ediyor olması. Sokaklarda yürümeye başladığınız anda sürekli değişen ölçek, insanı otomatik pilottan çıkarıyor. Hisleriniz de bu ölçekle beraber değiştiğinden çok daha uyanık ve dikkatli bir izleyici olmaya başlıyorsunuz. Ölçek ile beraber sesler de değişiyor. Ekim ayında Venedik’te turistler azaldığından birçok sokakta ayak seslerim ile tek başıma yürüyorum fakat bir dönüş sonra kalabalık gürültülü bir sokağa bağlanarak insan akımında buluyorum kendimi. En güzeli ise nadir de olsa sokaklardaki müzik. Bir şarkıyı takip ederek suya açılan sokaklardan gondolda şarkı söyleyen bir sanatçıya ulaşıyorum veya manzara izlemek için çıktığım terasta, bir evden gelen aryaları dinlerken izliyorum manzarayı. İşte bu sebeplerle Venedik’in güzelliği sadece fotoğraflardan anlaşılamayacak kadar yoğun ve katmanlı.
Venedik ile ilgili dikkatimi çeken bir diğer özellik ise aralar, aralıklar oldu. Adaya geldiğim andan itibaren aralıklardan geçerek dolaşmaya başlıyorum, iki binanın arasındaki dar sokaktan kaldığım yere gidiyorum, köprülere ulaşmak için yine binaların arasındaki bir geçitten veya nehir ile duvarlar arasında sıkışmış dar bir sokaktan geçmem gerekiyor. San Marco Meydanına bile eski idam yerlerini gösteren kolonların arasından giriyoruz. Hatta duyduğuma göre yerli halk bu kolonların arasından geçmenin uğursuzluk olduğuna inanıyormuş. Bu sebeple San Marco Meydanı’nda turistleri ayırt etmenin Venedik halkı için oldukça kolay olduğu söyleniyor.
İlk başta şehrin dokusu ve yoğunluğu korkutucu gözükse de zaman ilerledikçe bu sistemin gezerken tanıdığı özgürlükleri fark ediyorum. Harita kullanmak bir hayli zor olduğundan bir süre sonra bu yöntemden vazgeçiyorum ve gezim daha da güzel olmaya başlıyor. Haritaya bakarak gezmenin verdiği görev ve ulaşma hissi ortadan kalkınca, istediğim tüm sokaklara girip yolumu her fırsatta uzatıyorum. İlk günden sonra, sadece bir yön belirleyip, önemli dönüşlerde haritadan yardım alarak ilerlemeye karar verdim. Tabi zaman zaman kendimi hiç beklemediğim yerlerde buldum, fakat bu sayede hiç planlamadığım yerleri de görmüş oldum.
Gezimin büyük bir kısmı Venedik Mimarlık Bienali’nin çevresinde şekillendi. Bienal projelerden çok fikirlerin anlatıldığı bir sergi, etrafımızda bize yakın veya uzak olan birçok düşüncenin toplandığı ve sergilendiği bir mekan. Tüm şehre yayılmış olmasına rağmen, iki büyük sergi alanı bienalin temelini oluşturuyor: Arsenale tersaneleri ve Giardini bahçesi. Bu iki alan, bienal ile o kadar bütünleşmiş ki, bazı noktalarda benim için serginin önüne geçiyor.
Arsenale
Etkileyici Arsenale bölgesi endüstri çağı öncesi kurulmuş en büyük üretim alanlarından biri. Venedik’in tersanesini ve filosunun toplanma alanı olan bu bölge 1980 yılından beri Venedik Bienali için sergi alanı olarak kullanılıyor, yani sergiyi bu alandan bağımsız olarak düşünmek zor. Serginin büyük bir kısmı 317 metre uzunluğunda olan ve geçmişte gemilerde kullanılan halatların üretildiği etkileyici Corderie binasında bulunuyor. Eski endüstri binaları birçok insanı etkilediği gibi beni de kendilerine çekiyor. Son zamanlarda rastlayamadığımız hacimler ve perspektifler, malzemenin işlevsel yalınlığı ve belki de ilk ilerlemenin ve gelişmenin merkezi olmaları bu ilginin sebeplerinden birkaçı. Corderie binası da bu etkileyici yapılardan biri, uzunluğunun verdiği etkinin yanında tuğla kolonlarını, beton ve ahşabın beraber kullanıldığı tavanını ve bazı noktalarda bulunan metal merdivenlerini en az sergi kadar ilgi çekici buldum.
Mimarlar için Heykel Bahçesi: Giardini
Giardini bahçeleri ise benim için hem Mimarlık Bienalinin hem de Venedik’in en zevkli bölgesi. Venedik genel olarak ağaçsız bir şehir. Gezerken bu eksikliği fazla hissetmiyorsunuz fakat yine de yeşil alanların önemi nadir olmalarından dolayı artıyor bence. Şehrin yoğunluğundan ne kadar keyif alsam da Giardini’nin ağaçlı, açık yeşil alanına çıktığımda kendimi mutlu ve rahatlamış hissediyorum. Burası neredeyse mimarlar için kurulmuş bir heykel bahçesi. İçeride bulunan 29 ulusal pavyon binası ve merkez pavyon, sergi mekanı olmalarının yanında serginin birer parçası. 1907’den beri inşa edilen bu pavyonlar yeşil doku ile bütünleşerek bulundukları bölgeye rahatça yerleşmişler. Bu rahatlık gezerken beni de etkiliyor ve neredeyse bulduğum her köşede durarak ve oturarak çevremi doğanın ve mimarinin keyfini çıkarıyorum.
Türkiye Pavyonu: Vardiya’da Peter Esienman ile Buluşma
Arsenale’de bulunan Türkiye Pavyonu “Vardiya” gezimin merkezlerinden biriydi. Benim Venedik’te bulunduğum hafta boyunca Erdem Tüzün ve Eren Çıracı’nın düzenlediği “Redrawing Venice” adlı atölye çalışması yer alıyordu. Beni ekiplerine sıcak bir şekilde kabul ettiler ve hafta boyunca Vardiya ’da gerçekleşen etkinliklere katılma fırsatım oldu. Bu etkinlikler sergiyi ziyaret eden herkese açık olmasına rağmen ekibin bir parçası olarak katılmak farklı bir tecrübeydi. Özellikle Peter Eisenman’ın Keynote konuşması benim için unutulmaz bir tecrübe oldu. Beklediğimden çok farklı bir konuşmaydı, hatta bir dersten, konuşmadan çok bir paylaşım, tartışma ve sohbet ortamıydı. Fikirleriyle ünlü, tecrübeli bir mimarla aynı masada karşılıklı konuşmak, normal bir ders ortamında aldığımdan çok daha fazla şey verdi bana. Her sorunun değerli olduğu bu masada kısa sürede bir sürü fikir tartışıldı. Peter Eisenman’ın bize verdiği ilk tavsiye ise Venedik’i kapalı alanlarda değil sokaklarda gezerek ve görerek tecrübe etmemiz oldu.
Venedik’te geçirdiğim en güzel zamanlardan bir diğeri ise San Giorgio Maggiore adasında oldu. Bu adada Palladio tarafından yapılan ve ada ile aynı adı taşıyan kilise ziyaret ettiğim en güzel yerlerden biri. Özellikle kilisenin çan kulesi Venedik’in en güzel manzarasına sahip. Kulenin Tepesinden lagüne yayılmış adaları ve San Marco Meydanı’nı uzaktan görebiliyorsunuz. Adanın ağaçlar ile kaplı alanında bienalden de bir parça var. Bu sene ilk defa sergiye katılan Vatikan’ın düzenlediği sergi, 10 mimar tarafından tasarlanmış, 10 farklı şapelden oluşuyor. Şekil ve anlatı olarak çok farklı olsalar da ortak temaları doğa olan bu şapeller ve adanın manzarası bence bienalin önemli parçalarından biri. Yeşil alanlara karşı bir zaafım olduğunu da bu gezide böylece fark etmiş oluyorum.
Venedik’i anlayan mimar: Carlo Scarpa
Dolu dolu geçen bir haftadan sonra Venedik’ten ayrılacağım gün geliyor. Odayı biraz buruklukla topladıktan sonra akşamki uçağa yetişmek için şehirden ayrılmadan gitmek istediğim yerleri belirleyerek odadan çıkıyorum. Son saatlerimi belki de Venedik’i en iyi anlayan mimar olan Carlo Scarpa’nın ziyaret etmediğim işlerini gezmeye ayırıp, sırasıyla Fondazione Querini Stampalia’ya ve Olivetti Showroom’una gittim. Son defa San Marco Meydanı’nda dolaştıktan ve biraz dinlendikten sonra Venedik’e geldiğim şekilde havaalanına giden Alilaguna vapurları ile şehirden ayrılıyorum.
Venedik sadece içinde bulunarak bile sizi değiştirecek bir şehir. İlk bakışta çok karmaşık gelse de bir süre sonra bu karmaşanın özgürleştirici olduğunu fark ediyorsunuz. Çok az açık yönlendirme var, bu sayede hislerinizle dolaşıp bir yere varma baskısı olmadan şehrin güzelliğini izleyebiliyorsunuz. Hiçbir sokak beklediğiniz gibi başlayıp umduğunuz gibi bitmiyor, şehri kontrol edemiyor ve önceden kestiremiyorsunuz. Geriye sadece serbestçe gezmek, görmek ve çizmek kalıyor.
Yazar: Deniz Akyürek