Küresel Isınma ve Yapı Sektörü
Bugünlerde pek çok konut reklamına baktığımızda doğa ve yeşil ile ilgili vurgu dikkatimizi çekiyor. Doğa ile iç içe, doğadaki eviniz, şehrin keşmekeşinden uzak gibi sloganlar ile kent merkezlerinde artan yapı stoğu dolayısıyla doğa ile aramıza giren mesafe ve doğal olana duyduğumuz özlem; yeni pazarlama stratejilerinin parçası olmuş görünüyor.
Benzer biçimde pek çok projenin görselleri (kesit çizimleri, hazırlanan render görselleri) mimarinin bünyesine dahil edebildiği yeşil alanı vurgulamaya öncelik veriyor. Sonuç olarak, özlemini duyduğumuz gün ışığı ve doğal hayatı projelerin içine katmaya çalışıyor ve proje sunumlarında, bunlara fazlasıyla öncelik veriyoruz.
Fakat tüm bu albenili görseller ve doğadaki evimiz iddiası ile pazarlanan yapı blokları, yapı endüstrisinin doğaya verdiği zararı maalesef azaltmıyor. Binaların yıkımı, yenilenmesi, yapımı ve kullanımı sırasında çok fazla enerji tüketimi, atık malzeme ve gaz üretimi gerçekleştiği bir gerçek. Son yıllarda artan dramatik hava değişimleri, uzun kuraklıklar, sel felaketleri, tropikal fırtınalar ve su kaynaklarının azalması, dünyamızdaki durumun iyiye gitmediğini bizlere işaret ediyor.
Bu noktada hepimizin kişisel ve sektörel sorumlulukları eskisinden daha çok önem kazanıyor. Çünkü yüz yüze geldiğimiz küresel ısınma ve ekolojik problemlerin sorumluları arasında yapı sektörü başı çekiyor.
Küresel Isınma Nedenleri ve Bizleri Bekleyen Tehlikeler
Küresel ısınma, Dünya’nın yüzey ısısındaki ortalama artış için kullanılan bir terim. Dünya tarihi boyunca, iklim defalarca değişikliğe uğradı. Son 650.000 yılda 7 buzul ilerleme ve geri çekilme meydana geldi ve 7000 yıl önce modern iklim çağı başladı.
Son 50 yıl içinde ise, iklim, insan faktörü ile doğal seyrinden çıkıp ekosistem için tehdide dönüşmüş durumda. Hızla endüstrileşen kentlerde artan enerji ihtiyacının fosil yakıt kullanımı ile sağlanması sonucu atmosfere yayılan CO2 ve diğer sera gazları Dünya’nın çevresini bir battaniye gibi sarıyor ve Güneş’ten gelen ısının atmosferde tutulmasına neden oluyor. Bunun sonucunda Dünya yüzeyi ve hava giderek ısınıyor, iklimler değişiyor, buzullar eriyor ve ekosistem hızla bozuluyor.
1880 ile 2012 yılları arasındaki dönemde, bağımsız şekilde üretilen veri kümelerine göre ortalama küresel yüzey sıcaklığı (kara ve su), 0,65 °C’den 1.06 °C’ye çıktı.
Modern sivil hayatın hızla artan endüstriyel aktiviteleri son 150 yıl içerisinde atmosferdeki CO2 oranını milyonda 280’den 400’e çıkardı. Endüstri Devrimi’nden itibaren (Yapılan ölçüm 1750-2016 yılları aralığı içindir) 2.075 gigaton (milyon metre ton) CO2 gazı atmosfere salınmış bulunuyor. Bitkiler ve yosunlar fotosentez yolu ile CO2’yi tüketiyor olsa da bu artış bitkilerin sağlayabileceği dengeyi aşmış durumda. Hızla artan nüfus ve kent merkezilerinin genişleyen yüzey alanları ile azalan bitki oranı da bu sorunun doğal yollarla çözülemez hale gelmesinde önemli bir etken.
Bu nedenlerden dolayı atmosferde biriken sera gazları son 50 yılda hava ve toprak sıcaklıklarının daha önce ulaşmadığı seviyelere ulaşmasına neden oldu. Bin yıllardır iklimde ve atmosfer sıcaklığında gerçekleşen ısıl değişim doğal yollarla ve yavaş gerçekleşen farklılıklardı. Son yıllarda insan etkisi ile sıcaklıklarda meydana gelen ani değişikliklere ekosistemdeki canlıların adapte olması mümkün olmadığı için durum hepimiz için tehlikeli seviyelere ulaştı.
Buzulllar Eriyor
Dünya yüzeyinin önemli buzul kısımları olan Grönland ve Antartika’ da buzullar erimeye başladı. Deniz seviyeleri ve ısısı da buna bağlı olarak değişmeye başladı. Eskisinden daha kuvvetli fırtınalar, uzun kuraklıkları takip eden sel baskınları, su kaynaklarının tükenmeye başlaması ve tüm bunlara bağlı olarak bitki ve hayvanların türlerinin tükenmesi ya da doğal yaşam alanlarını değiştirmesi gibi hepimizi etkileyen zincirleme felaketlerle yüz yüzeyiz artık.
Yapı Endüstrisinin Küresel Isınmadaki Payı
Hayatımıza büyük bir konfor sağlayan ileri teknoloji ve endüstri her yere, her bilgiye, her ürüne hızlıca ulaşmanın yöntemlerini bize sağlarken, bedelleri yavaş yavaş gün yüzüne çıkıyor ve hepimiz için tehdit unsuru olmaya başlıyor. Bu durumda her birimizin kişisel farkındalığını arttırıp yaşamındaki önceliklerini gözden geçirmesi gerekiyor. Mimar ve tasarımcıların bu konuyla ilgili daha da duyarlı ve bilinçli hareket etmeye başlaması şart görünüyor. Çünkü yapılan araştırmalara göre yapı endüstrisi dünyaya salınan sera gazı sorumluları arasında ilk üçe giriyor.
Binanın kullanılmaya başladıktan sonraki enerji tüketimleri de göz önüne alındığında; Amerika’daki karbon salınımının neredeyse yüzde ellisinden bina endüstrisinin sorumlu olduğu görülüyor. Bu durum güvenlik, estetik, konfor gibi çok fazla ve farklı mekansal niteliği bir arada çözmesi gereken mimarlara önemli ve çok daha hayati bir sorumluluk ekliyor olmakla birlikte, bizlere çözümün önemli bir parçası olma imkanı sunuyor.
Mimarlar ve Tasarımcılar Ne Yapabilir
Mimarların, tasarım sürecinde, projenin sürdürülebilirliği ve minimum enerji harcaması özeliklerine öncelik vererek, bu iç karartıcı tabloya karşı çıkmaları mümkün. Önemli olan binaya eklenen bir rüzgar gülü ya da yeşil çatı gibi küçük eklentilerle yetinmeyip, bütüncül çalışma mekanizmasının tüm projeye uygulanabilmesi.
Bulunduğu iklimle uyumlu ısıtma, soğutma havalandırma için minimum mekanik etkinin gerekeceği, mümkün olduğu seviyede yerel malzemenin kullanıldığı binalar ile doğaya verilen zararı en aza indirgemek elimizde.
Tarih boyunca insanlar bulunduğu iklim ve coğrafyanın özelliklerine göre binalarına şekil verdi. Özellikle mekanik iklimlendirme ve elektrik enerjisinin olmadığı zamanlarda doğal havalandırma, gün ışığından maksimum fayda sağlama, doğal malzeme kullanımı gibi önceliklerle mekanlar biçimleniyor ve doğal ortamına minimum zararı veriyordu. Buna ek olarak kimi toplumlarda doğal enerjinin kullanımı ve dönüştürülmesi üzerine geliştirilen yöntemlerin de olduğu biliniyor. Örneğin İran’da doğal iklimlendirme için kullanılan rüzgar bacalarının mühendislikleri yüzyıllarca kullanıldı. Bu sistemler iç mekan ısısını düzenler ve sıcak günlerde mekanların serinlemesini sağladığı gibi erzağın serin tutulması ve dayanması için de kullanılırdı.
Çağlar boyunca insanlık kültürü, doğal kaynakları ihtiyaç doğrultusunda kullanmak üzerineydi. Ancak Endüstri Devrimi’nden sonra üretim teknolojileri ve yaşama biçimi kökten bir değişikliğe uğradı. Artık ihtiyaç duyduğumuz ve hatta duymadığımız birçok şey çok daha kolay üretilebiliyor, bizlere dünyanın herhangi bir yerinden ulaştırılabiliyordu. İş potansiyellerinin kentlerde yükselmesi ile birlikte, nüfus yoğunluğu kırsaldan şehre doğru kaymaya başladı. Endüstriyel ve yapısal üretimde hız öncelik kazandı.
Şehirlerdeki konut ve iş yeri ihtiyaçları çoğaldı. Bu nedenlere bağlı olarak üretim geleneklerinde bir ölçek sorunu oluşmaya başladı. Coğrafya ve iklimi ile uyumlu binaların yerine yeni üretim teknolojilerinin mümkün kıldığı standart yüksek binalar her kent merkezinde yükselmeye başladı. Gerekli yaşamsal konforların sağlanabilmesi için kullanılan enerjiyle birlikte, Dünya’ya salınan sera gazları, bitki örtüsünün mücadele edemediği bir seviyeye ulaştı.
Bugün ekolojik problemlerin geldiği nokta tüm mimarların tasarımlarında, sürdürülebilirlik ilkesine öncelik vermesini gerektiriyor. Dünya çapında birçok firma doğa dostu binaların üretimine öncelik vermeye başladı. Geçtiğimiz yirmi yılda bununla ilgili başlayan çabalar yeterli olmamakla birlikte umut vaat ediyor. Şimdi geçmiş alışkanlıklara daha iyi bakıp binaların minimum enerji sarf edecek şekilde tasarlanması ve üretilmesi gerekiyor.
Günümüzde binaların enerji üretmesi ve depolaması mümkün hale geldi. Yenilenebilir enerji kaynaklarının (güneş ve jeotermal enerji vb.) kullanılması ile Avrupa Birliği tarafından hedeflenen “sıfır enerji bina standardı” hedefinin dünya ülkelerine daha hızla adapte edilmesi gerekiyor.
LEED Sertifikası ve Yeşil Binalar
Karşı karşıya olduğumuz ekolojik problemlerin tek sorumlusu elbette yapı sektörü değil. Ancak payının büyüklüğü ile umudun bir parçası olması da mümkün oluyor. Yenilenebilir enerji kaynaklarından, doğal iklimlendirmeye; binaların yıkım yerine dönüştürülerek yeniden kullanıma sokulması gibi birçok hamle, doğaya verilen zararı azaltabilir.
Gelişen teknoloji sayesinde binaların enerji ihtiyacını, kullanılan farklı malzemeler ve sistemlerin sağlayacağı fayda ve yol açabileceklerini ön görmek artık çok kolay. Bu yüzden doğru danışmanlığın alınması da önemli bir yol gösterici. Sürdürülebilir binaların bütünlüklü ele alınması için geliştirilmiş çeşitli değerlendirme ve sertifika sistemleri bulunuyor. Bunlar; binaların inşaat, kullanım, yıkım, yenileme gibi süreçlerinde kullanılan enerji ve hammaddenin, üretilen atık ve atmosferik emisyonların minimize edilmesi için oluşturulmuş değerlendirme sistemleri.
Bu işin standart değerleri ve sertifikasyonu için günümüzde kullanılan en yaygın değerlendirme sistemi LEED ( Leadership in Energy and Environmental Design /Enerji ve Çevre Dostu Tasarımda Liderlik ). Sürdürülebilir tasarımın gündeme gelmesi ile yeşil bina standartlarının oluşturulması ilk kez 1990’lı yıllarda BREEAM (Building Research Establishment’s Environmental Assessment Method) ile İngiltere’de gerçekleşti.
2000 yılında USGBC (United States Green Building – Amerikan Yeşil Binalar Konseyi) yeşil binaları değerlendirme ve derecelendirme sertifika sistemi LEED ‘i oluşturarak binaların çevresel performansını iyileştirmeyi amaçlayan kriterleri hazırlandı.
Günümüzde LEED, 150’den fazla ülkede kullanılmaktadır.
LEED sertifika sistemi , Arazi Seçimi, Su Verimliliği, Enerji ve Atmosfer, Malzeme ve Kaynaklar, İç Mekan Çevresel Kalite, Bölgesel Öncelik ve Tasarımda Yenilik olmak üzere 7 kategoriden oluşuyor. Binaların minimum enerji, su kullanımını azaltma, geri dönüşüm toplama ve tütün dumanı kontrolü, toplu taşıma araçlarına erişim, geri dönüştürülmüş malzeme kullanımı, yenilenebilir enerji gibi kriterlerini derecelendiriyor.
LEED standartları, kurulduğu günden bu yana farklı derecelendirme ve değerlendirme sistemlerini yapısına dahil ederek, güncelleniyor. USGBC‘nin LEED onaylı binalar üzerinde yaptığı bir araştırmaya göre tüketilen enerji ve suyun, üretilen karbon ve atığın azaltılabileceğini ve bu binaların %30 ile %97 oranında tasarruf sağlayabileceği öngörülüyor.
Başlık Görseli: Roland Nagy, Kaynak: Ned Kramer (4.10.2017), “The Climate Is Changing. So Must Architecture.” Architect Magazine.